‘Kanal İstanbul’ ve Montrö Boğazlar Sözleşmesi I- Tarihsel durum
Son günlerde yurdumuzda gündemden düşmeyen bir konu var “Kanal
İstanbul Projesi” Bu “Çılgın Proje”nin hangi kaynaklardan esinlendiği ve ne
ölçüde “yerli ve milli” olduğu konusunda isteyen istediği tahminde bulunabilir.
Ama, bu “niyet okuma” işlerini bir yana bırakarak saptayabileceğimiz bir
özellik var: Sadece adına bakarak, bunun Türkçe açısından hiç de “yerli ve
milli” olmadığı söylenebilir. Niçin “Kanal İstanbul”? İstanbul Boğazı’na “Boğaz
İstanbul” demek ya da Beyazıt Kulesi’ne “Kule Beyazıt” demek ne denli yanlış
ise açılacağı söylenen bu kanala “Kanal İstanbul” demek de öyle yanlış!
Ama,
yanlışlıklar Türkçe konusundaki bu özensizlikle sınırlı değil. Binlerce değil
on binlerce yıllık ekolojik dengeleri altüst edecek; bölgede yaşayan hayvan, böcek
popülasyonuna ve bitki örtüsüne yok edici zararlar verecek bu “Çılgın Proje”nin
hazırlanmasında da gerekli özenin gösterilmediği, yaratacağı sorunların
bilimsel yönden değerlendirilmesine önem verilmediği yolunda çok ciddi kaygılar
ve tepkiler var. Bu sorunlara sadece değinip geçerek, konunun Montrö Boğazlar
Sözleşmesi açısından önemli yönleriyle ilgili kısa bazı açıklamalar yapmak
istiyorum.
Montrö Sözleşmesi’nden
önceki dönem
Boğazlarımız,
tarihin hemen her döneminde gerek askeri ve stratejik gerek ticari açılardan
önemli sayılmış ve hukuksal düzenlemelere konu olmuştur. Bu düzenlemeler,
yapıldıkları dönemde uluslararası ilişkilere egemen olan güçlerin çıkarlarının
çatışmasına göre biçimlenmiştir. Bu düzenlemelerde, zamanın Osmanlı-Türk
yönetimlerinin askersel ve ekonomik güç durumunun ve diplomatik becerisinin de
rolü olmuştur.
Genel
bir anlatımla şöyle denilebilir: Karadeniz’e kıyısı olan devletler, öteki
devletlere oranla Boğazlardan yararlanmakta ayrıcalıklı bir statü elde etmek ve
öteki devletlerin Karadeniz’e girişlerini olabildiğince engellemek
istemişlerdir. Buna karşılık her dönemde dünyanın ekonomik ve askersel bakımdan
güçlü devletleri ise Boğazlardan serbest geçiş hakkı istemişlerdir.
Dünyanın,
kendine uzak bölgelerini de kapsayacak genişlikte ekonomik ve askeri çıkarları
olan devletler; Türk Boğazlarının, kendi bayrağını taşıyan ya da kendi
sermayedarlarının mülkiyetinde olan gemilere açık olmasını isterler. Tarih
boyunca İngiltere ve daha sonra ABD, bu devletlerin tipik örnekleridir. 1830’lardan
bu yana, ABD’nin “devlet politikası” gerek askersel, gerek ticari gemiler için,
hem savaş hem barış dönemlerinde açık denizlerin serbestliğini savunmak
olmuştur. ABD’nin görüşüne göre Türk Boğazları da iki açık denizi birleştiren
bir su yoludur.
Buna
karşılık, Karadeniz’e kıyısı olan devletler de ekonomik ve özellikle askeri
çıkarları gereği; Karadeniz’e kıyısı olmayan devletlerin gemilerinin
Boğazlardan geçişinin olabildiğince sınırlanmasını isterler. Bu devletlerin
tipik örneği tarihin akışı içinde adı değişmiş olsa da, kısaca Rusya’dır
(Çarlık Rusyası, SSCB ve günümüzün Rusya Federasyonu).
İstanbul’un
fethedildiği 1453 yılından sonra Boğazlar üzerinde tam egemenlik kurmuş olan
Osmanlı Devleti’nin yabancı devletler karşısında gittikçe azalan gücüne koşut
olarak Boğazlar üzerindeki denetimi de azalmıştır. TBMM Hükümeti’nce “yok”
sayılan 1920 Sevr Antlaşması, bu sürecin son aşamasını göstermektedir: Sevr’e
göre, Türk Boğazları bütün gemilerin geçişine açık olacak; Boğazlar Bölgesi
İngiliz, Fransız ve İtalyan temsilcilerden oluşan bir komisyonun denetiminde
olacak; Türk tarafı ancak “danışma” niteliğinde görüş bildirebilecekti.
1923
Lozan Barış Antlaşmasının, mecazi anlamda “Türkiye Cumhuriyeti’nin Tapu Senedi”
olduğu söylenir. Bu, yerinde bir benzetmedir. Çünkü Ulusal Kurtuluş Savaşımızın
zaferle sonuçlanıp Türkiye’nin uluslararası topluluğun eşit bir üyesi
olarak kişilik kazanması, Lozan Antlaşması’yla resmen belgelenmiş ve Cumhuriyet
bu ortamda ilan olunmuştur.
Ama
bazı tapularda, mülkiyet hakkını sınırlayan “şerh”ler görülür. Lozan
Antlaşması’yla Boğazlar Bölgesinde, Türkiye’nin egemenliği -ilke olarak -kabul
ediliyordu ama bunu belgeleyen Tapuda bazı şerhler vardı:
Boğazlar
Bölgemiz askerden arındırılıyordu; Türk askeri güçleri sadece İstanbul ve
çevresinde 12 bin kadar asker bulundurabilecekti.
Boğazlardan
geçişlerle ilgili uygulamalar ve denetimler, kurulması öngörülen Uluslararası
Boğazlar komisyonunun yetkisinde olacaktı. Bu Komisyon’un Başkanı Türk olacaktı
ama ilke, Boğazlardan geçişlerde denetim yetkisinin komisyonda olmasıydı. Türk
başkan, kararların oluşmasında ve özellikle uygulamada Türk görüşlerinin baskın
olmasını sağlıyordu.