BAZI ÜLKE MANZARALARI MORAL BOZUCU OLMAMALI…
Son
senelerde sosyal dokumuzda bize has özelliklerimiz hem zayıfladı, hem
sulandırıldı, hem de fonksiyonları değişti. Bu değişme birlik ve beraberlik
şuurunu olumsuz etkiledi. Ekonomik krizlerin içine düştük. Bu kriz ve sorunlara
doğru teşhis konmadığı takdirde çözümler de etkisiz kalır. İktisadi sorunlar
sadece iktisat bilimi ile sınırlı değildir. Toplumda farklı kesimleri değişik
etkileyecek sonuçlar doğurabilir. Nitekim, son yıllarda bazı davranış
bozuklukları, örf adetlerden uzaklaşma, ahlaki değerlerin başkalaşması, artan
boşanmalar, kadına yönelen çirkin saldırılar. Dikkat çeker olmuştur. Hayat
şartları ve sosyal ilişkilerdeki daralma insanlarımızı tekleştirdiği gibi ağır
bir stresi hisseder hale getirmiştir. En ufak bir pürüzde fertleri kavgaya itilmekte
ardından vurdu kırdı görüntüleri ortaya çıkmaktadır. Bir tavuk öldürür gibi,
insanlar öldürülmektedir. Manevi değerlerin etkinliği de zayıflamıştır. Artan
israf ve lüks, yolsuzluklar, adam kayırmalar, fertlerde vatandaşlık şuurunu
zayıflatmış; Türk milletine mensup olma şuurunu zayıflatmış etnik mezhep ve
hemşerilik duygusunu gereğinden fazla ön plana çıkarmıştır. Demokrasimiz kötü
bir deney geçirmiş, demokratik değerler fertlerin gözünde basitleşmiştir. Türk
insanının manevi değerlere ihtiyaç duyduğu bir ortamda bu değerleri istismar
edenler kötü örnek olmuş, sapma davranış ve fikirler ilgi çekmiştir. Sosyal
kontrolün özellikle zayıflaması değişik kuruluş ve kurumları aşırı bağımsızlığa
sürüklemiş, Sayıştay raporları kontrolsüzlüğün ve kamu kaynaklarını istismarın
kontrol dışı örnekleriyle dolmuştur.
Davranışlarımızda gayri meşru ve hukuk tanımaz şekilde “biz böyle
uygun görüyoruz” anlayışı, liyakatin yerine sadakatin geçmesi toplumda başı
boşluğu artırmıştır. Fikir ve düşünce açıklama hürriyetinin bazı sınırlar içine
hapsedilmesi, bazen yasalara uygun gerçekleri açıklama, kışkırtma ve nefret
duygularını körükleme sayıldığı için insanlar yazmaktan ve konuşmaktan çekinir
olmuşlardır. Demokratik parlamenter sistemden uzaklaşma, tek adam egemenliğine
kayış bunda etkili olmuştur.
Demokrasinin bütün kurum ve kurallarıyla gerektiği gibi
işletilememesi STK’ların faaliyet alanını daraltmıştır. STK’ların görevi,
doğru-yanlış yapılan her icraatın yanında yer almak olmamalıdır. İktidara
yaklaşanlar destek bulmuş ve önleri açılmıştır. Bu küçültücü ve aşağılayıcı
tasvip edilemeyecek işleri yapmayan STK’lar takdir edileceği yerde, iyi
yönetilmemekle ve pasiflikle suçlanır olmuştur. Bu bakımdan toplumun çok önemli
nefes alışlarını temsil eden STK’lar gerçekleri ortaya koyamadıklarından
etkileri zayıflamıştır.
Bütün bunlara rağmen, yapılması gerekenler de vardır. İmar
barışına rağmen, yeni kaçak binaların yapılması, hele bunların mesela bizim
için çok önemli bir tarihi eser olan 462 yıldır İstanbul’un ve hatta
Türkiye’nin kalbinde bir mühür olan Süleymaniye Camii’nin görüntüsünü bozan
malum bir vakfın binasının yapılmasına karşı duyarsızlığın görülmesi ancak
siyasilerin bundan rahatsız olduklarını açıklamalarından sonra herkesi harekete
geçirebilmiştir. Şimdilik bu 3-4 katlı binanın yapılmasına göz yumanlar ancak
siyasi bir dürtü ile karşılaştıkları zaman yasa dışı bir binanın ve
Süleymaniye’nin görüntüsünün bozulduğunu fark edebilmişlerdir. Toplumdaki
sosyal grupların davranışlarının güdümlü hale gelmesi demokratik anlayışla
açıklanacak bir konu değildir. Bu ortam inisiyatif kullanma yerine güdülme
ihtiyacını meşrulaştırmıştır. Vesayetlerin yıkıldığından bahsedenler acaba
yönetim vesayetinin ortaya çıkışına ne diyebilirler?
Özelleştirmeler
konusunda yıllardır gerçekleri dile getirmeye çalışıyoruz. Bu konuda
insanlarımızın gerek medya gerek değişik yollardan siyasi tesirlerle beyin
yıkama işlemine tabi tutuldukları bir gerçektir. Devletin elinden tesislerin
yerli özele ve yerli özel vasıtasıyla yabancıların işgaline uğraması verimliliği
artıracak, kamudaki hantallığı giderecek zannedilmiştir. Devletçilik eliyle
üretime karşı olanlar Özelleştirme adı altında açık olarak yabancılaştırmaların
ülkeyi ne hale getirdiğini bugün görebilmelidirler. Bir ara özelleştirme
teslimiyet olarak ortaya çıkmış demokratikleşme ve çağı yakalamak kabul
edilmiştir. Oysa çoğu özelleştirme asıl faaliyet alanı dışına çıkarılmış ithal
hastalığı karşısında mal ve hizmet üretenler üretemez hale sokulmuştur.
Bir ara Cargill vasıtası ve baskısıyla şeker fabrikalarını
özelleştirerek güzelleştirdik! Son günlerde şeker neredeyse karaborsaya
düşecekti. Şimdi şeker fabrikalarını açmaya çalışıyoruz. Kağıt fabrikaları da
maalesef aynı özelleştirme oyununa kurban edilmiştir. İthalatı kutsallaştırarak
yerli üreticiyi terbiye edeceğini zanneden çarpık anlayış, çiftçiyi topraktan,
işadamını da işyerinden uzaklaştırmıştır. İşyerleri kapanmış veya sığınmacılar
dahil yabancılara satılmak durumunda kalmıştır. Okullardan andımız kaldırılmış,
gelir dağılımı bozukluğu ve yoksullaşma okul terklerini yükseltmiştir. Gelir
dağılımı bozulmuş, işsizlik artmış, ekonomik kriz toplumu ve aileyi
parçalayacak noktaya gelmiştir. Bu ve benzerlerini ortaya çıkaracak, sesi
çıkacak kimse ve medeni cesaret de kaybolmuştur. Aldırmama ve bana ne zihniyeti
insanları sadece egolarıyla hareket etmeye sürüklemiştir.
Siz bir dönem birçok ihtiyacı karşılayan Eminönü’ndeki yerli
mallar ve Sümerbank mağazasını acaba hatırlar mısınız? Beykoz kundura
fabrikasının öksüz halini Boğaz’ın sularından hiç gördünüz mü? Sanki İkinci
Dünya Harbinden yeni çıkmış harap bir Berlin manzarası gibi karşınızda
durmaktadır.
Yabancılar dayattı biz tarıma, üretime kota koyduk. Aman daha
fazla üretmeyin dedik. Bazı yabancı savcılar hukuk danışmanı oldu; anayasada
fikirleri alındı. Yargıdaki personel görgü ve bilgi geliştirmek için ABD’de
eğitici seyahatlere çıktı.
Rakamlarla oynadık; ama sonunda enflasyonu %49 olarak açıklamak
zorunda kaldık. Müdahale edilmemesi gereken ve anayasa garantisi altına alınmış
kurumların içlerine iktidarları karıştırdık. Söz dinlemeyen yöneticileri
kapının önüne koyduk. İç politikada yaptığımız yanlışları, bazen dış politikaya
taşıyarak düşman kazandık. Ülke itibarını kırıcı olduk. İsrafın, yolsuzluğun,
gösteriş tüketiminin zirve yaptığı bir dönemden geçiyoruz. Ülkeyi yöneten üst
kademelerin buna karşı örnek olmalarını beklerdik. Devlet ile partiyi
özdeşleştirdik. Devlet=Parti oldu. En üst makama itibar kaybettirdik. İç
siyasette hiddet, şiddet ve adeta kan davası hakim hale geldi. Kimse bir araya
gelecek ortamı bulamıyor. Beyanatlarda seçilen cümleler hiç hoş değil; toplumu
geriyor ve kamplaştırıyor. Tabii ki geleceğe olan güveni sarsıyor ve beyin
göçünü artırıyor.
Türk lirasının değerini koruyalım dedik ama köprü, geçit, şehir
hastanelerini dolarla garantili geçiş ve hasta ile borçlandırdık. KDV’yi %8’den
%1’e indirdik. Geçici bir tedbir getirip üretimde maliyeti düşürücü temel
girdileri ucuzlatamadık. İthalat hastalığı yarattık. Önümüzde yine anayasa
konusu var. Milli kimliksiz, milliyetsiz, devletimizin kuruluş gerekçelerini
inkar eden, toplumu birbirine yabancılaştırıcı etnik yobazlık yine gündeme
getirilebilir. Sevr şartlarına dönmek bazılarınca demokratikleşme ve
çağdaşlaşma zannediliyor. Milli Mücadeleyi reddeden bazı sağ çevreler zor
şartlarda zafer kazanan Cumhuriyet’in önderlerini suçluyorlar. Anlaşılan bunlar
Türk’ün yenilgisini bekliyorlardı.
Keşke
ülkemizde bu gibi çirkin manzaralar, Türkiye’yi zora sokan bu gibi yanlışlar
olmasaydı da biz birçok alanda ve özellikle de savunma sanayiindeki başarılarımızı
ve benzerlerini yazabilseydik. Bütün bu gibi olumsuzlukları aşarız; yeter ki
yanlışta israr etmeyelim ve birbirimizin görüşlerine saygı duyalım.