Cumhuriyet, stratejik tercihtir
29 Ekim 1923,
stratejik bir tercihin simgesel tarihidir. Kurtuluştan sonra hiçbir şey eskisi
gibi olmayacaktı. Üniter yapının, ulus devletin esas alınması tarihin
diyalektiğinin dayattığı bir zorunluluktu.
Hasta adamın başına gelenlerin gelecekte tekrar
yaşanmaması için ekonomisiyle, bürokrasisiyle, yargısıyla, ordusuyla, eğitim
kurumlarıyla milli bir devlet inşa edilecekti. 29 Ekim 1923, çağdaşlığı ve
çağdaş kurumları esas alan bir devlet mimarisinin ilk adımıydı. Bu simgesel ilk
adımı, hilafetin kaldırılması, hukuki düzenlemeler, yargı kurumsallığı,
kuvvetler ayrılığına evrilecek parlamenter sistem, laikliğin anayasal metin
haline getirilmesi ve diğerleri izleyecektir.
Batı, Kurtuluş Savaşı zaferinin yarattığı özgüvenin
dışında, sanayisi olmayan, ekonomisi zayıf, tarımsal üretimi iç pazara anca
yeten, savaş yorgunu Türklerin kısa zamanda pes edeceği beklentisi içindedir.
Türkler, bir süre sonra borç için kapılarını çalacak, hasta adam Osmanlı’nın
kaderini bir kez daha yaşayacaklardır!
TÜRKİYE’NİN KURULUŞ
DENKLEMİ
Batı emperyalizminin beklentisi gerçekleşmeyecek,
Türkiye Cumhuriyeti, ekonomik ve siyasi bir mucize örneği olarak mazlum
milletlere yol gösterecektir. Batı’nın beklentisinin boşa çıkmasının ana nedeni,
Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi mimarisinde yatmaktadır. Bu nedenle İslam
dünyasının kurumsal ve düşünsel olarak ortaçağ karanlığından kurtulabilmesinin
tek yolu Türkiye’nin kuruluş denkleminde aranmalıdır.
Aradan geçen 97 yılda dünyada ve ülkemizde yaşananlar,
Türkiye’nin kuruluş mimarisinin isabeti olarak değerlendirilmelidir. Çağdaş
uygarlıkla, bilimle, demokrasiyle çatışmayan, hukuk meşruiyeti temelinde bir
devlet kurumsallığı, sorunlu coğrafyada var olabilmenin önkoşulu olarak kabul
edilmelidir. 29 Ekim 1923 kuruluş mimarisine itirazı olan ama (o dönem)
engelleyecek gücü bulunmayan bir anlayış, bir akım her zaman var olageldi.
Modern dünyada iddia sahibi bir model yerine, bilim ve gerçeklik dışı bir
ortaçağ fantezisinin uygulanması halinde devlet krizinin çok ötesine geçecek
bir yıkım kaçınılmazdır.
Söylem olarak kaldığında bilinç bulandırmaktan öte
anlamı olmayan bu anlayışın devlete hâkim olması durumunda yol açacağı
sorunların, önümüze koyacağı faturanın boyutları gerçekten ürkütücüdür.
Cumhuriyet karşıtlarınca geliştirilen, Türkiye’nin hilafeti kaldırmasıyla İslam
dünyasındaki itibarını ve öncülüğünü kaybettiği söyleminin bilimselliği ve
gerçekliği olmayan bir kahvehane tevatürü olduğunun kanıtı son dönemde
yaşananlardır. Türkiye, kuruluş felsefesinden sapmalar gösterdikçe, reel
politikte hiçbir karşılığı olmayan İslam dünyasının liderliği iddiasıyla
adımlar attıkça, yöneldiği coğrafyada itibar ve güven kaybetmekte ve
yalnızlaşmaktadır.
Türkiye, başlangıcı ve bitimi belirsiz; yıkımı
korkunç, postmodern 3. Dünya Savaşı’nın dışında kalmak istiyorsa, kurucu
iradenin belirlediği yol haritasına sıkı sıkıya sarılmak zorundadır. Türkiye,
Atatürk başta olmak üzere kurucu babaların çizdiği rotadan sapılması halinde,
kaos coğrafyası Ortadoğu’nun türbülansında parçalanmaya doğru sürükleneceğini
görmelidir. Türkiye, demir taramış, dümeni kilitlenmiş, açığa sürüklenen
pusulasız bir gemi olarak resmedilmenin sonraki adımlarını düşünmelidir.
Türkiye, devlet aklı ve devlet kurumsallığı yerine, bireysel heves ve gündelik
davranışlarla yönetilen tipik bir Ortadoğu devleti görüntüsü vermekten
kaçınmalıdır. Türkiye, dünyada ve bölgesinde varlığını ve iddiasını
sürdürebilmesinin, komşularıyla ulusal çıkarlarından ödün vermeden barış içinde
yaşayabilmesinin tek yolunun kuruluş değerlerinde olduğunu yeniden
hatırlamalıdır. Türkiye, bireysel hevesten çok öte bir devlet aklının stratejik
tercihi olan Cumhuriyetle var olabileceğinin sorumluluğu ve bilincini daima
diri tutmak zorundadır.