KADIN CİNAYETLERİ SARMALINDA BİR DEĞERLENDİRME
Her ne kadar kamuoyunda “Kadın
Cinayeti” tabiri kullanılsa da meselenin temelinde insanın en başta gelen aslî
hakkı olan yaşam hakkının onun elinden alınmasıdır. Öldürülenin kadın veya
erkek ayrımı yapılması ilk bakışta pek fazla bir fark taşımaz. Asıl olan
insanın yaşam hakkına yönelik ihlalin yapılmasıdır. Ancak günümüzde bu konuda
toplumlarda haklı olarak yer bulmuş bir ayrıcalık vardır. O da öldürülen o
insanın “kendisini savunamayacaklar” sınıfında görülmesi halidir. Onun için
himayeye muhtaçtır. Genellikle bunlar çocuklar, kadınlar, yaşlılar ile bedenen
ve aklen zayıf kimseler bu sınıfa dâhil edilir. Bu anlayışa medenî dünyamız
kolayca gelmemiş ve ağır bedeller ödemiştir. 1492’de Kristof Kolomb’un Amerika
kıtasını keşfetmesiyle birlikte kıtaya Beyaz Avrupalılar yerleştirilmiş böylece
Amerikalı kavramı ortaya çıkmıştır. (Aslında bu bir keşif değildi. Amerika
Kıtası zaten oradaydı. Sadece oraya Batılılar ulaştı.) Kolomb'un İspanyol
Kraliçe'sine Kızılderililer hakkında gönderdiği mektupta Hıristiyan Batının
kendisinden olmayanlara bakış açısını ortaya koymaktadır. Kolomb bu mektubunda
Amerika Kızılderilileri için;
“Elli adamla bu halkın hepsini
boyunduruk altına alabilir ve onlara her istediğimizi yaptırabiliriz.”
Diye bu insanların çocuk, kadın
ve yaşlı demeden öldürülmesi yolunu açmıştır. Bu insanlık adına tarihe çalınan
kara bir lekedir. Bundan sonra bu kıtada yaşayan insanlar her türlü değer
yargıları dışında kadın, erkek, yaşıl ve çocuk ayrımı yapılmadan avlanarak veya
toplu olarak öldürülmeye başlanmıştır. Stalin’in Sovyetlerdeki Türklere
yaptıkları da bundan farklı olmayacaktı. Benzer düşünceleri 18.yüzyılda Papaz
Thomas Robert Malthus’un Nüfus Teorisi’nde ki hezeyanında da görmek mümkündür.
Yakın zamanda da Bosna’da Sırpları, Karabağ’da Ermenilerin yaptıkları
cinayetlere dünya kamuoyu şahit oldu. Konuya bağlı olarak kadınların
öldürülmelerine dönecek olursak. Kadına karşı şiddet yalnız Türkiye’de görülen
bir suç türü değildir. İnsanla ilgili bir meseledir. Bu konuda ülkeleri ileri
veya geri diye kısımlara ayırmakta mümkün değildir.
Mesela; Kendilerini ileri diye
belirten ülkelerden 2019 yılında Fransa'da 137, Almanya’da ise 112 kadın eşi
veya erkek arkadaşı tarafından öldürülmüştür. ABD’de her gün ortala üç kadın
cinayet kurbanı olmaktadır.
Son zamanlarda dünyada kadına
karşı şiddet ve cinayetlerinin önlenmesinde ulusal ve uluslararası alanda
duyarlılıkların arttığını görmekteyiz. Konuyla ilgili yeni olan uluslararası
sözleşme kısaca “İstanbul Sözleşmesi” dir.
Bu sevindirici bir tavır olmasına
karşılık, bizi düşündüren ve toplumun büyük bir kesiminden tepki gören bunun
mihverinden saptırılmış olmasıdır. Özel hukuk alanında yapılan sözleşmeler o
işin anayasası olarak kabul edilir. Bu tür Sözleşmeler hazırlanır veya
imzalanırken basit bir metinmiş gibi ele alınmaz. Ön yargılardan uzak, içinde
bulunulan toplum mevcut ve gelecek menfaatleri gözetilerek imza altına alınır.
İstanbul Sözleşmesinin tam adı “Kadına Yönelik Şiddet Ve Aile İçi Şiddetin
Önlenmesi Ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi” dir. Adından
da anlaşıldığı gibi sözleşmenin kapsamı kadına karşı yönelebilecek her türlü
şiddete karşı alınacak tedbirleri içermesi anlaşılmaktadır.
Ancak, çaresiz kadınları koruma
arkasına sığınılarak sözleşmeye sıkıştırılan 3. Maddesindeki tanımlar bölümünün
c fıkrası tepkileri üzerinde toplamıştır.
Buna göre “toplumsal cinsiyet,
herhangi bir toplumun, kadınlar ve erkekler için uygun olduğunu düşündüğü
sosyal anlamda oluşturulmuş roller, davranışlar, faaliyetler ve özellikler
olarak anlaşılacaktır.”
İfadesiyle Kadın, Erkek yanına bu
defa üçüncü bir cinsiyet yerleştirilmiştir. Buradaki “toplumsal cinsiyet”
tanımını sözleşme içeriğine masumane olarak konulmadığından çoğunlukla
sözleşmenin tamamına karşı çıkılmaktadır.
Bu fıkra ile üçüncü cinsiyet
meşrulaştırılmak istenmektedir. Buna tepki gösteren kesim acaba haksızlık mı
ediyorlar diye düşünmek lazımdır. Uluslararası bir merkezden yönetildiği açıkça
belli olan bu ‘toplumsal cinsiyet projesi‘ tepkiye neden olması doğaldır. Anne
ve babaların gelecek kuşakları için haklı endişeleri vardır. Son zamanlarda
sinema film ve dizilerinde sıklıkla karşılaştığımız, cinsel sapma görüntüleri
toplumun geleceğinden endişe duyanları haklı duruma getirmiştir. Bu yerli ve
yabancı dizi ve filmlerle Türk toplumun aile yapısı ve ahlak anlayışı sanki
yeniden inşa edilmeye çalışılmaktadır. Tepkilerinde bu nedenle haklıdırlar.
İstanbul Sözleşmesi Çalıştayında bu ve benzeri hususların gözden kaçırıldığına
inanmak isteriz. Konu ile ilgili içine itilen tehlikeyi sosyolog ve sosyal psikologların
araştırma yapması ve toplumumuzu aydınlatmaları gerekir. Diğer taraftan kadına
karşı şiddet ve öldürülmelerini durdurmak için yalnız ceza hukukunda alınacak
tedbirlerle önlenecek bir durum değildir. Eski Türk Ceza Kanunumuzda ölüm
cezası varken de bu suçlar işlenmekteydi. Bunun önü toplumun
bilinçlendirilmesiyle mümkündür. Toplumsal bilinç için getirilen çözümler, akla
ve toplumsal ahlak anlayışına uygun olduğu sürece sonuç alınabilinir. Aile içi
şiddetin önlenmesi her şeyden evvel kadın ve erkeğin karşılıklı
sorumluluklarının bilincine varmalarıyla büyük ölçekte önlenebilinir. Kadına
karşı her türlü şiddetin önlenmesinde önerilen idam cezasının yeniden gündeme
alınması teklifini yerinde bulmamaktayız. Ancak işlenen suçun ağırlığına göre
Ceza ve İnfaz Yasalarında yapılacak değişiklikle asgari ve azami süresi kanunla
belirlenecek bir takım hak mahrumiyetlerini de içeren “Hücre Cezası Hapsi”
idamdan daha etkili ve caydırıcı olacağı kanaatindeyiz. Sağlıcakla kalın